Herkesin seyrettikten sonra ‘Vay be!’ dediği, o an için kafayı değiştirip hayata bambaşka bir yerden bakmasını sağlayan filmler vardır ya… İşte bu yazıda biraz bu filmlerden bahsedeceğiz. Ancak bizim radarımıza takılan filmlerin ortak özelliği, sadece ilham verici olmaları değil, aynı zamanda ”bir gün hiç hesapta yokken” bir yere giden ve bu yerden bambaşka biri olarak dönen insanların hikayelerini içeriyor olması.
İşte insanı bilmediği şeylere, sonunu hiç kestiremediği maceralara atılmaya teşvik eden 10 akılda kalıcı film:
2016 yılının en çok ses getiren ve Oscar heykelciğini kapan filmlerinden La La Land’de en sevdiğimiz kısım, Los Angeles gibi insanların birbiri ile iletişim kurmakta çok zorlandığı, film setini andıran yapay bir şehirde kahramanlarımız Mia ve Sebastian’ın yollarının hiç ummadık bir biçimde kesişmesi. Müzikleriyle de gönülleri fetheden La La Land için modern bir Hollywood masalı diyebiliriz.
Birçoğumuz zaten Hangover’ın akıllara zarar absürt konusunu biliyoruz. Ama filmi henüz seyretmeyenler için spoiler vermeden şunu söyleyebiliriz: Bir bekarlığa veda partisi ancak bu kadar saçma hale getirilebilir!
Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en naif, en tatlı yapımlarından olan Little Miss Sunshine’da birbirine hiç benzemeyen; hepsi ayrı telden çalan bir ailenin fertlerinin ailenin küçük kızı Olive’i ülkenin diğer ucundaki güzellik yarışmasına yetiştirme macerası işleniyor. Ve bizce olmayacak işlerin peşinde koşmanın insanı nasıl dönüştürdüğü daha güzel anlatılamazdı!
Julie Delpy ve Ethan Hawke’ın en genç ve en tatlı halleriyle arz-ı endam ettikleri üçlemenin ilk filminde kahramanlarımız tek başlarına Avrupa’da yolculuk ederken yemekli vagonda karşılaşırlar ve olaylar gelişir.
Oscar’ları silip süpüren ve Hollywood’un en kült yapımları arasında çoktan yerini alan Forrest Gump’ta aslında tek bir ‘bir yere gittim ve hayatım değişti’ anı yok. Çünkü filmde bir çocuk kadar saf ve temiz Forrest’ın yaşadığı onlarca kırılmayı ve hayatının bu olaylar sonrasında hiç ummadığı şekilde yön değiştirmesini izliyoruz.
Bambaşka hayatları, hikayeleri olan ve yolları bir şekilde dünyanın diğer ucu Japonya’ya düşen iki Amerikalı Tokyo’da bir otelin barında karşılaşırsa neler olur? Kendilerini büyük bir iletişimsizlik denizinde hatta neredeyse bambaşka bir gezegende hisseden bu orta yaşlı erkek ve genç kadının arasında geçen diyaloglara bayılmamak mümkün değil.
İnsan bazen her şeyden, herkesten ve içinde bulunduğu bedenden bile sıkılır ya, işte Eat, Pray, Love filminde Elizabeth karakterini canlandıran Julia Roberts’ın bambaşka ülkelere; bambaşka hayatlara ve hikayelere yelken açma öyküsü tam da böyle başlıyor.
Başarısızlıklarımızla ve hayal kırıklıklarımızla yüzleşmenin ve bunları kendi içimizde bertaraf etmenin en iyi yolu genellikle yola çıkmaktır. Altın Küre ödüllü Sideways’te de hayatları tamamen ayrı iki yöne akmak üzere olan iki yakın arkadaşın Kaliforniya’daki üzüm bağları arasındaki naif ve şarapla yıkanmış öyküsü saklı.
Bu anlat anlat bitmez film hakkında sadece şunu söylesek yeter bizce: Jim Carrey’nin canlandırdığı Joel Barish karakteri bir sabah işe gitmesi gerekirken bir anda nedensiz şekilde yönünü değiştirerek Montauk’a giden bir trene biner…
Woody Allen sinemasının o kendine has tadını iliklerine kadar taşıyan Vicky, Christina, Barcelona’da, üç kadın ve bir adam arasında gelişecek kaotik ilişkinin hikayesine uzanan dikenli yollardan geçiyoruz. Birbiri ile alakasız karakterde iki Amerikalı kadının İspanya’da an be an bambaşka karakterlere dönüşmesini izlemek ise epey şaşırtıcı.
”Benim ne işim var ulan Bodrum’da? Ha?”